KENDİNİ ARAMANIN YORGUNLUĞU
Bir çağ düşünün, herkes kendini bulmakla meşgul…
Kendini bulmak, tanımak, gerçekleştirmek… Sanki hayatın amacı, bir yerlerde bizi bekleyen “ben”e ulaşmak olmuş gibi.
Raflar kişisel gelişim kitaplarıyla dolu, sosyal medyada her gün “kendin ol” çağrıları yankılanıyor.
Ama garip olan şu — hiç bu kadar kendimizi aramamıştık, ama bir o kadar da kaybolmuş gibiyiz.
Modern zamanın görünmez buyruğu şu: “Kendini bul!” Oysa bu çağrı, fark ettirmeden bir baskıya dönüşüyor.
Kendini bulamayan, sanki yaşamı eksik yaşamış gibi hissediyor. Hâlbuki belki de insan, kendini bulmak için değil, kendini sürekli yeniden kurmak için vardır. Belki de “bulmak” yerine “oluşturmak” gerekir.
Nietzsche, “Olman gerekeni ol!” derken, kendini aramanın değil, yaratmanın cesaretinden söz eder. Ona göre insan, tamamlanmış bir varlık değil, sürekli kendi üzerinden aşan bir varlıktır.
Ama biz kendimizi sabit, tanımlı, çözümlenmiş görmek istiyoruz. Belki de bu yüzden “kendini bulmak” sözü, bir gelişim çağrısından çok bir konfor tuzağına dönüşüyor.
Kierkegaard, “İnsanın en büyük trajedisi, kim olduğunu asla tam olarak bilememesidir,” der. Ama bu trajedi aynı zamanda bir özgürlüktür. Çünkü kim olduğunu bilmemek, başka olabilme ihtimalini canlı tutar. Bazen kaybolmak, kendini bulmaktan daha değerlidir.
Fakat biz, her şeyi ölçen, puanlayan, kategorilere ayıran bir dönemdeyiz. Kendini bulmak bile bir “proje yönetimi” gibi ele alınıyor.
Sabah meditasyonu, akşam yürüyüşü, haftalık hedef planı…
Ruh bile Excel tablosuna dönüşüyor. Bu yüzden yorgunuz. Çünkü kendimiz olmaya çalışırken bile bir performans sergiliyoruz.
Erich Fromm, “Modern insan, sahip olmaya o kadar odaklanmıştır ki, artık kim olduğunu unutmuştur.” Der. Fromm, “var olma” halini “sahip olmanın önüne koyar.
Ama biz hâlâ kendimizi nesne gibi yönetmeye, ölçmeye, verimliliğini hesaplamaya çalışıyoruz. Oysa insan, bir sistem değil, bir süreçtir. Ve süreçler bazen yavaş, bazen karanlık, bazen dağınık ilerler.
Belki de mesele, “kendini bulmak” değil, “kendini bırakabilmektir.
Kendini bir kalıba sıkıştırmadan, bazen belirsizliğin içinde var olmayı göze almak… Bir şeyin anlamı, her zaman netlikte değil, bazen flu olanda saklıdır.
Kendini aramanın yorgunluğu, aslında bir mükemmeliyet yorgunluğudur. Her zaman daha iyi, daha farkında, daha huzurlu olma baskısı…
Oysa insanın bazen sıradan olmanın huzuruna da hakkı olmalı. Bir sabah uyanıp hiçbir hedefe koşmadan, sadece yaşamanın sade ritmini duyabilmeli.
Nietzsche’nin “İnsanın büyük bir kısmı, yaşamak yerine açıklamayı tercih eder,” sözünü hatırlayalım. Belki de biz, yaşamayı unuttuk; sürekli kim olduğumuzu açıklamaya, anlamlandırmaya çalışmaktan yorulduk.
Belki de en sahici “kendilik”, kendini aramaktan vazgeçtiğimiz anda ortaya çıkar. Çünkü bazen “ben kimim?” sorusunun cevabı, sessizlikte değil;
yaşarken, denerken, düşerken, manipüle edilirken, sevilirken, kaybederken belirir. Ve belki de en güzel keşif, hiçbir zaman tam olarak bulunmamaktır.