SİMURG EFSANESİ

Bir zamanlar dünyanın en uzak, en yüksek dağının doruğunda, zamanın tozuna bile karışmamış bir ağaçta yaşarmış Simurg.

Tüyleri ateşin rengine, gözleri ise suyun sabrına benzetilirmiş. Ne tam bir kuştu o, ne de bütünüyle bir hayal. Belki de insanın içindeki en eski özlemdi.

Firdevs’inin Şehnamesinde Simurg, bilge bir varlık olarak çıkar karşımıza. Zâl’in kaderinde bir anne, bir öğretmen, bir kurtarıcı olur. Çocuğunu dağa bırakacak kadar zalimleşen insanların arasında, kanatlarını merhametle açar.

Zâl’i büyütür, ona aklın ve yüreğin yolunu öğretir.
Ne savaş, ne kılıç ne hüküm... Simurg’un tek silahı bilgeliğidir.

Ama efsane burada bitmez. Yüzyıllar sonra başka kuşlar, dünyanın dört bir yanında Simurg’u aramak için yola çıkarlar. Her biri kendine bir neden bulur: biri aşk, biri güç, biri sonsuzluk için...
Dağlar aşarlar, denizler geçerler.

 Ama yolda bir bir dökülürler; kimisi korkudan, kimisi nefsinden, kimisi umutsuzluktan. Sonunda sadece otuz kuş kalır geriye.


Ve en sonunda o dağın doruğuna vardıklarında görürler ki... Simurg kendileriymiş.
“Si” otuzdur, “Murg” kuş.
Simurg = Otuz kuş.
Yani aradıkları kuş, ta en başından beri kendileridir.

Ne güzel bir derstir bu.
İnsan da öyle değil midir? Bir ömür boyunca bir anlam, bir kurtarıcı, bir mucize arar.

“Beni kim kurtaracak?” diye sorar durur. Oysa cevap, yavaşça kendi içinden seslenmektedir.
Kül kadar sessiz, ama ateş kadar gerçektir o ses.

Simurg’un hikâyesi bize şunu fısıldar:
Yola çıkmadan önce aradığın şeyi zaten içindedir.
Ve belki de bütün yollar, insanı yalnızca kendine götürür.

O yüzden bazen, kanat çırpmaktan çok susmak,
uçmaktan çok beklemek, korunmaktan ziyade yanmayı göze almak,
bulmaktan çok kendine dönmek gerekir.

Belki o zaman, hepimizin içindeki Simurg, küllerinden yeniden doğar.

Paulo Coelho’nun Simyacısın da o da kendi Simurg’unu arıyordu aslında. Piramitlerin gölgesinde, çöllerin kalbinde, yıldızların altında... Hep bir “hazinenin” peşindeydi.


Ama yolun sonunda fark etti ki, hazine hiçbir zaman dışarıda olmamıştı.
O define, kendi kalbinde gizliydi.

Simurg’un kuşlarıyla Santiago’nun hikâyesi birbirine çok benzer.
İkisi de yola çıkar, ikisi de kaybolur, yanılır, düşer, yanar, ama sonunda kendine ulaşır.
Çünkü en uzun yolculuk, insana dışarıdan içeriye uzanan o görünmez yoldur.
Kendine varmak, bir dağ tırmanmaktan, bir çölde yürümekten daha zordur.
Ama vardığında, bütün yorgunluk bir dualaşmaya dönüşür.

Simurg’un kanatlarıyla Simyacı’nın altınları aynı şeyi anlatır:
İnsanın özü külle değil, ışıkla yoğrulmuştur.
O yüzden yanmak gerek bazen; yeniden doğmak için.
Küllerin arasından bir kuş yükselir, kalbin derinliklerinden bir ses:

“Sen aradığın şeysin.”

Ve belki de asıl bilgelik, bunu fark edebildiğin o sessiz anda saklıdır.
Bir dağın zirvesinde, bir çöl gecesinde yahut kendi içine döndüğün bir susuşta.
Çünkü Simurg, bir kuş değil — bir hatırlayıştır.
Unuttuğumuz, ama içimizde hep yaşayan o saf gerçeği:

“Yola çıkmadan önce bile vardığın yer sensin.”