İLK DÖNEM ESERLERİ NUR’UN İLK KAPISI

 (On üçüncü lem'anın on ikinci işaretinden)

DÖRDÜNCÜ SUAL: Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakiyet ve gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidayete galebeleri gösteriyor ki, onlar bir kuvvete ve bir hakikate istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette zaaf var veya onlarda bir hakikat var.

Elcevap: Hâşâ! Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta zaaf vardır. Fakat, maatteessüf, kàsırünnazar, muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor. Çünkü diyorlar: "Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsaydı, bu derece mağlûbiyet ve zillet olmamak lâzımdı. Çünkü hakikat kuvvetlidir. "Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez." olan kaide-i esasiye ile, kuvvet haktadır. Eğer ehl-i hakka mukabil galibâne gelen ehl-i dalâletin hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı, onlarda bu derece galibiyet ve muvaffakiyet olmamak lâzım gelecekti."

Elcevap: Ehl-i hakkın mağlûbiyeti kuvvetsizlikten, hakikatsizlikten gelmediği, sabık işaretlerle kat'î ispat edildiği gibi, ehl-i dalâletin galebesi de kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad bulduklarından gelmediği, yine o işaretlerde kat'î ispat edildiğinden, bu sualin cevabı, sabık işaretlerin heyet-i mecmuasıdır. Yalnız burada desiselerinde, istimal ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki, bu zamanda yüzde on ehl-i fesat, yüzde doksan ehl-i salâhatı mağlûp ediyor. Hayretle merak ettim. Tetkik ederek kat'iyen anladım ki, o galebe kuvvetten ve kudretten gelmiyor, belki fesattan ve alçaklıktan ve tahripten ve ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmelerinden ve içlerine ihtilâf atmaktan ve zaif damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyelerini ve ağrâz-ı şahsiyelerini tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla, riyâkârâne nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkesin korkmasından ileri geliyor. Ve o misillu şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat "Gerçek sonuç takvâ sahiplerinindir." sırrıyla, “Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez." düsturuyla, onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinde onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennemi kendilerine ve Cenneti ehl-i hakka kazandırmalarına sebeptir.

İşte, dalâlette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ telvis edenden lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş.

(On üçüncü lem'anın on üçüncü işaretinin üçüncü noktasından)

Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemesini bozuyor ve istikamet-i fikrini ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Hâlbuki, kaide-i mukarreredir ki, "Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor." Bir dâvâya müsbit bir şahidin hükmü, yüzler nâfîlere râcih oluyor. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapının açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapalı olsa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilmez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. "İşte bu saraya girilmez. Belki bu saray değildir, içinde birşey yoktur" der, kandırır.

İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan bîçare insan! Hayat-ı diniyenin, hayat-ı şahsiyenin ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur'âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a'mâl ve hâtırâtını tart! Ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap!  Ve “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” de, Cenâb-ı Hakka iltica et!

DEVAM EDECEK