İLK DÖNEM ESERLERİ-7

Dört Nükteye Dikkat!

BİRİNCİ NÜKTE: Madde asıl değil, tâbi'dir. Mahdum değil, hâdimdir. Hâkim değil, mahkûmdur. Lüb, esas, müstekar değil; yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, zebeddir, sûrettir.

Zira âlet-i mükebbire ile binler defa büyütülen sonra görünen bir mikroba dikkat edilse görünür ki, maddenin tesâguru nisbetinde âsâr-ı hayat nur-u ruh tezâyüd eder, teşeddüd eder.

Madde inceleştikçe bizden uzaklaşınca, ruh âlemine hayat âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddet ile tecellî ediyor.

Bak o hurdebînî huveynenin havassına! Ne kadar keskindirler ki, âzâsını, rızkını görür. Kardeşinin sesini işitir, ilâahir... Demek havassı ve kuvvaları binler defa bizimkilerden şediddir, keskindir, hassastırlar.

Hem madde-i meşhureden başka pek çok menâbiin tereşşuhatı, lemaatı, semeratı âlem-i mülkte vardır ki, katiyyen maddeye ve hareketine irca' ile izah edilmez. Demek âlem-i mülk ve şehadet, âlem-i melekût ve ervâh üstünde tenteneli bir perdedir...

Herşey, hatta meyvelerin içi dışından, batnı zahirinden daha muntazam, daha lâtif, daha san'atkârane olduğu gösterir ki; hüküm melekûtundur.

Esbâb-ı maddiye bahanedir, tâbidirler. Yoksa zâhiri daha mükemmmel olmak lâzım gelirdi. Maddeden azîm bir kütleyi nasıl bir ruh istihdam eder, bir zerreyi de istihdam edebilir. Ona istinad ile âlem-i misâlde müzehher bir şahıs olur. Âlem-i turabda bir çekirdek âlem-i havada ondan bir şecer-i meyvedâr gibi.

İKİNCİ NÜKTE: Hayat herşeyin başında ve esasındadır. Hayat herşeyi herşeye mâleder. Onun ile birşey der: "Herşey malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat mülkümdür."

Ziya, ecsâmın keşşafı ve elvanın sebeb-i vücudu olduğu gibi; hayat dahi mevcudatın keşşafı; ve cüz'ü küll gibi belki daha büyük yapmak; ve küllü cüz'e sıkıştırmak ve iştirak ve ittihad ettirmek gibi kemâlât-ı vücudun sebebidir. "Hayat kesrette bir çeşit tecellî-i vahdettir."

Bak! Hayatsız bir cisim, dağ dahi olsa yetimdir, münferittir, garibdir. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ve ona karışan şeyle var. Başka ne varsa ona nisbeten mâdumdur.

Şimdi bak küçücük bir cisme! Meselâ bal arısına hayat girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebat tesis eder, bütün taifeleri ile öyle bir ticaret akdediyor ki, diyebilir: "Âlem bahçemdir. Güneşim parlıyor." Sâika ve şâikayı ihtiva eden havass-ı aşeresiyle; dünyanın ekser envâı ile ihtisas, ünsiyet, mübadele ve tasarrufa başlar.

Bak! Hayat tabaka-i insaniyeye çıktıkça öyle inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; ziyâ-yı akılla menzilindeki odaları gezer gibi, avâlim-i ulviye ve ruhiye ve cismâniyede gezer. O, o avâlime misafir gittiği gibi, onlar dahi onun mir'ât-ı ruhuna misafir oluyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir burhan-ı vahdeti ve en büyük bir nimeti ve tecellî-i merhameti ve en hafî, dakik, bilinmez bir nakş-ı nezihidir.

Bak! Envâ-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve onun en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, o derece zuhur, kesret, mebzuliyet, ülfetle zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşer nazarından gizli kalmış. Hakikati keşfedilememiş. Hem o kadar nezihdir ki, dest-i kudret ile onun arasında sebeb-i zahirî vaz edilmemiş. Zira mülk ve melekûtu, iki vechi temiz, pak, şeffaftır. Nazar-ı zahirîde umur-u hasise ile perdesiz mübaşeretinden teâlî eden izzet-i kudret, esbab-ı zâhiriye yalnız mülk cihetinde bulunmasını başka şeyde ister, bunda istemez. Hattâ denilebilir; "hayat olmazsa vücud vücud değildir. Hayat ruhun ziyasıdır."

Mademki, hayat bu derece ehemmiyetlidir. Madem âlemde bir intizam-ı kâmil var. Bir itkan-ı muhkem var. Madem bu bîçare perişan küremiz, bu kadar zevi'l-ervâh ile dolmuştur. Öyle ise bir hads-i sâdıkla hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviye ve şu burûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nar nuru yakmaz. Nurânî dahi şemste yaşar (Balık suda gibi.)

Madem Kudret-i Ezeliye âdi ve en kesif bir maddeden zevi'l-ervâhı halkeder. Elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyâlât-ı lâtife maddelerini ihmal etmez, meyyit bırakmaz.

Temsil: Melâikeyi, ruhaniyâtı tasdik etmeyen; vahşi bir adama benzer ki; büyük muhteşem bir medenî şehre gidiyor. Şehrin uzak köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye rast gelir ki, sefil insanlarla dolu. Etrafı da zevi'l-ervâh ile memlu. Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki; bazısı âkilü'n-nebat, bazısı âkilü's-simaktir.

DEVAM EDECEK